Arkadaşım Kemal (1)

1975’li Yıllar ve Ankara...

Acılar hatıralaşınca güzelleşir. 
(Cemil Meriç)

Hepimiz dünden kalanlarla yaşarız. Her ne kalmışsa, nasıl kalmışsa. Onlar yaşamımızın kozasıdır, eğer kozadan çıkabilirseniz rotasıdır.

An’da kal, an’ı yaşa dayatmalarına boyun eğen varlık değiliz. Bu durum, fıtratımızın gereğidir.

Sevgimiz, hoşgörümüz, sevincimiz, coşkumuz, hüznümüz, öfkemiz ve kırgınlıklarımız, anı adına ne varsa hepsi, her şey belleğimizin hazineleri arasındadır.

Belleğimiz sihirli çekmecedir. Hangi gözünden elinize ne geleceğini bilemezsiniz. Her gözü tıklım tıkış dolu bir çekmecedir. Sürprizler sunar bellek, şaşırtır.

Bellek, biriktirdiği anılardan hangisini ne zaman, nerede ve neden çıkardığını hissettirmeksizin, sessizce önünüze bırakır.

Belleğin çekmecesi geçmişle doludur. Geçmişte yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımız, hayal ettiklerimiz ve rüyalarımız belleğin raflarında istiflenmiştir.

Korona günlerini yaşarken belleğim beni 1970’li yılların ikinci yarısına götürdü. O yılların başkentine gittim ve gençliğime döndüm.

Türkiye için 1980 öncesi karanlık dönemdi. Her yönüyle; ekonomik, politik, toplumsal ve düşünsel anlamda karanlık...

Kıyamet günleriydi. Nefret, düşmanlık ve öfke virüsleri kara bulutlar gibi etrafımızı sarmış, bizi
kötülüğün neferleri haline getirmişti.

Sokağa çıkmaktan ve belli semtlere gitmekten çekinilen yıllardı. Bir virüs çıktı, yıllarca etkili oldu. Bu virüse kimileri terör, kimileri kardeş kavgası, kimileri de anarşi adını verdi.

O günlerden bir anımı paylaşmak istedim. Belleğimden yazıya dökülenler biraz fazla oldu. Şimdiden affola.

Anı Bisküvi, Karaman’ın markasıdır. Yüzlerce aileye ekmek kapısıdır. Bu markanın arkasındaki isimlerden biri olan Kemal Boynukalın benim 45 yıllık arkadaşımdır. Öyle bir arkadaşlık ki, ölümün eşiğinden dönmüşlüğümüz vardır.

Kemal Boynukalın o karanlık yıllarda ev arkadaşım oldu. Kemal’in adı ne zaman anılsa, Kemal’le ilgili söz edilse, benim gözümün önüne bir hoşgörü abidesi gelir. Bir eşek şakasına verdiği tepkinin olgunluğuna 45 yıl sonra bile gıpta ederim.

1975-1980 arası, sağ-sol çatışması adı altında yüzlerce gencin hayatını kaybettiği, eğitimini sürdüremediği, ekmeğinden, aşından olduğu, gençliğini yaşayamadığı, herkese ve her şeye öfkeyle veya korkuyla bakıldığı yıllardır.

Emek Mahallesi’nde Tayyar Yıldız (Cüce Tayyar) ve bir başka arkadaşla aynı evde kalıyorum. (Üç yıl kaldığım o eve gelen ne çok arkadaşım olurdu. Dergah gibiydi.)

Okullar, o yıllarda, kabaca sağ-sol olarak adlandırılan grupların güç gösterisi yaptıkları yerlerdi. Dolayısıyla çatışma alanlarıydı. Güya can güvenliğini sağlamak ve eğitimin sürdürülebilmesi için polis,  okulların önünde nöbet tutar, girişlerde kimlik kontrolü yapardı.

Okullar, boykot adı altında, herhangi bir siyasi görüşü yüzeysel olarak bile tanımayan ama fanatikleşen “slogancı zorbalar”ın dayatması sonucu belirsiz süreler kapalı kalırdı.

Yine bazı dersler aynı slogancı zorba sürülerinden bir bölümü tarafından engellenirdi. 2007’de rahmetli olan Prof. Dr. Kamil Turan, “Türkiye Ekonomisi” ve “Sosyal Politika” derslerimize girerdi. Üniversite dönemimde tanıdığım en kibar, nazik, beyefendi ve prensip sahibi hocalarımdan biri Kamil Turan’dı. Kamil Turan, emekliliğinden sonra siyasete girmiş, DYP Genel Başkan Yardımcısı olmuştu. (İkinci hocam ve aynı zamanda bölüm başkanımız olan Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan’dı. 2006’da vefat eden Gürkan, Halkçı Parti ve SHP Genel Başkanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapmıştır. Naif ve yakışıklıydı. Ekonomik Doktrinler dersine girerdi. YÖK’ün kuruluşuna karşı çıkarak, istifa etmiş, üniversiteyi bırakmıştı. Bir de Yalçın Küçük vardı. O yıllarda da renkliydi. Galiba yeni doçent olmuştu. Derslerinde amfide yer bulunmazdı. Konuları farklı işlerdi. Güncel örneklerle dikkati çekerdi.)

Sayın Kamil Turan’ın Türkiye Ekonomisi dersini verdiği bir gün sınıfın kapısı önce tekmelendi, sonra hızla açıldı. Kapının önünde 8-10 kişilik grup beklerken, uzun boylu, bıyıkları alt dudağına kadar sarkık, gençliğin o günkü üniforması olan kabanlı bir zorba, sınıftaki öğrencilere göz gezdirdi. Aradıkları biri olmalıydı. Kamil Turan, “Derse buyrun, Türkiye ekonomisini işliyoruz. Size çok faydası olacak konular” dedi.
Bir sol örgütün mensubu olan kapıya sırtı dayalı zorba, hocaya yanıt verdi:
“Hoca, hoca. Türkiye ekonomisinin neyini öğreteceksin. Az gelişmiş, yarı sömürge, feodal bir ülke. Bunun dersi mi olurmuş?”

Sonra kapı açıldığı gibi, sertçe kapandı. Ne hoca, ne biz öğrenciler o tavırla ilgili tek kelime etmedik. Hepimizin suratında acınası bir tebessüm vardı.

Kapının önündeki o zorbayı, cümlelerini ve cehaletinden kaynaklanan cesaretini asla unutmadım. Unutmak mümkün mü?

Onlardan hala o kadar çoğu aramızda ki, her yerde karşımıza çıkıyorlar. Gazetelerde köşesi olanlar var. Kitap yazanları var. Ekranlarda konuşmacılar arasında bile onları veya onların çakmalarını, klonlanmışlarını görüyorum. Aynı sığlık, aynı kabalık, aynı cehaletin verdiği cesaret. Karakter değişmez, amenna! Ama kafa nasıl aynı kalır? 

Yüzümde yine acı tebessüm: Bu kez, günümüzün çakma’larını, dünün boş’larının klonlanmışlarını okuyan ve dinleyenler için.

Okulum, Beşevler’de idi. Yürüyerek gider, yürüyerek dönerdim. Böylesi ekonomikti. Dolmuş ve otobüse vereceğim parayı sadece kitap almak için harcardım. Bu alışkanlığımı işe girinceye kadar sürdürdüm. Yüzlerce kitabı böyle edindim.

Kırk yıl sonra bile, her birinin adını, kapağını ve içeriğini hatırladığım kitaplar, o yoksulluk yıllarımdan birer dost olarak bugün kütüphanemin gözdeleridir.

Ankara’da rüzgar az eser. O yıllarda, rüzgarın esmediği günler, Ankara egsoz, kalorifer ve soba kurumu, linyit, kok ve ağır kükürt kokardı. Araçların ve sokak lambalarının ışıkları bu yoğun kirliliği aşıp, geceyi aydınlatamazdı. Sarı, mavi karışımı, korku filmlerinde sıklıkla gösterilen sis görünümlü kasvetli hava şehri teslim alırdı. Bu kirliliğin sokulmadığı ve sinmediği bir yer yoktu.

Bakmayın siz dönem dönem feyslerde paylaşılan nostaljik güzellemelere. O güzellemeleri yapanlar, dersliğin kapısına tekme atanlar veya onlara yakınlık  duyanların bir bölümüdür.

Ama Ankara’ya haksızlık etmek olmaz. Baharları çok güzeldir. Sonbaharda gün batımının en güzelinin görülebileceği şehirdir. Planlıdır, düzenlidir. Kültür aktivitelerinin merkezidir. O günlerde birçok yazarın yaşadığı kenttir.

Bugünden bakınca o günler tarih öncesi gibi...

Yağ yok, şeker yok, gaz yok, benzin yok, sigara yok. Su yetersiz, elektrikler sık kesilir. Yoklar ülkesi Türkiye. Çoğu yerde can güvenliği yok. Daha ne kadar kötü olabilir? 

Başkent kül rengi, kül ve toz kokulu, yollar balçık. Gecekondular hızla çoğalıyor. Gecekondulara, gecekonduculara övgüler düzüyor, sözüm ona yazar müsveddeleri. İyi iş, iyi eğitim, temiz kıyafet, bakımlı kadın ya da erkeğin horlandığı yıllar.  Şovenler de aynı kafada, karşıtları da.

Belediye hizmetleri yetersiz. Maaşları ödeyemeyen dönemin belediye başkanı, Ulus’taki belediye binasını satışa çıkarmış. Binanın cephesinde boydan boya “satılık” yazısı asılı.

Sakarya’nın girişinde onlarca birahane. Çevrede tuvalet yok, çevreyi hangi koku sarmıştır, bilirsiniz.

Ağaç sadece Gençlik Parkı’nda, Kurtuluş Parkı’nda, Botanik Parkı’nda. Bir de Atatürk Orman Çiftliği’nde Hayvanat Bahçesi ve yakın çevresinde kümelenmiş. Sekiz on kadar ağaç da Kuğulu’da. Bugünkü parklarla yeşil Ankara’dan iz yok.

Herkes bu yozluktan payını alıyor. Düşünce, fikir ve görüş adıyla ülkeye dağılmış yansıma bu. Herkese sinen ve bulaşan bir kalite düşüklüğü.

Yokluğunu en çok duyduğumuz şey ise hoşgörü. Anne ve babaların hoşgörüsü dışında herkes, kendi safında yer almayanı düşmanı görüyor. Anlayış yok, kabalık hakim. Kamudaki kabalık sokakta şiddete evrilmiş.

Odamın duvarlarına, aldığım dergilerin hediyesi olan siyah/beyaz posterleri asardım. Kimi bir fotoğrafla oynanarak sanatsal hava verilmiş silüet halindeki portreler ve bazı şiirlerden dörtlükler.

Duvarlarda, en çok, özenerek yazdığım bazı şiirlerin yer aldığı A 4 kağıtları yapışık. Başucumdaki A 4’te Yedi Güzel Adam’dan biri olan Erdem Bayazıt’ın Sebeb Ey kitabından alıntı;

“Ölüm bize ne uzak
Bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık
Bize ne yapsın ölüm”

yazılı.

Bembeyaz bir kağıtta şiirin dörtlüğünden başka çizgi yok. Duvara bakan, doğrudan şiirle muhatap.

Henüz yaş 20 ama ölüm temalı şiir kıskacına almış. Ülkenin atmosferinden kaçmak ne mümkün. Coşkulu yaşlarımızda ölümlü ve cafcaflı cümleleri kuşanmışız. Kaldı ki, anarşi virüsünden sakınanlardan oldum. Hijyene ve sosyal mesafeye çok dikkat ettim.

Eylemlere, yürüyüşlere, afişlemelere karşıydım. Herhangi bir gruba yakınlığım yoktu. Şimdiki korona tedbirleri gibi; az temas ve çokça kitap. Sanata sığınmakta buluyordum çareyi. Tiyatro, sinema, edebiyat söyleşileri, resim galerileri ve sergileri ara duraklarımdı.

Bir bekar evinde ne varsa bizde de onlar vardı. Bir bekar evinde ne yoksa bizde de onlar yoktu.

Her şeyimizin az, hayallerimizin çok olduğu yıllar. O günlerde, Ankara’nın ilk gökdelenlerinden İş Bankası’na ait Kavaklıdere’deki binada banka personeli olan rahmetli Tayyar Yıldız’ın tüm eşyası, karyolasının altında sakladığı bavulundakilerdi desem, ne demek istediğimi anlatmış olurum. Bizimkiler de o kadar, fazlalığımız kitaplarımızdı.

Bugünlerde bir akım olarak tanıtılan “Minimal Yaşam” tarzının bilinmediği ama zorunlu uygulandığı yıllardı.

Emek’te çok az kaldı artık bizim yaşadığımız o evlerden. Oturduğumuz daire, kot farkından bahçeye sıfır. Bahçenin sonunda kömürlükler sıralı.

Çirkin, bir bölümü teneke, bir kısmı tahta kapılı, iğreti görünüşlü kömürlükler, Ankara mimarisinin bir dönemine damga vurmuştur. Emek, Bahçelievler, Yenimahalle, Esat, Ayrancı, Seyranbağları ve Cebeci’deki kalorifersiz evlerin tamamı benzer kömürlüklere sahipti.

Bahçeye kömür, binaya küf ve yağ kokusu hakimdi. Sokaklarda ise kan ve kin vardı. Evlerin, okulların ve resmî kurumlara ait binalarla bunların bahçe duvarları, örgüt isimleri ve örgütlerle bütünleşmiş sloganların yer aldığı, acele yazıldığı için çoğu doğru dürüst okunmayan her renkten yazılarla kirletilmiş haldeydi. Boş duvar görmek imkansızdı. Yazı yoksa afiş, afiş yoksa broşür yapıştırılmış duvarlarla kasvetli bir şehirde okumaya çalışıyorduk.

Korona günlerinin bellekteki çağrışımına bakar mısınız?

Bir sonraki yazı: “Kemal Boynukalın’ın Ankara’ya Gelişi”

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Ahmet Tek - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Karamandan.com Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Karamandan.com hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Karamandan.com editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Karamandan.com değil haberi geçen ajanstır.



Şehir Markaları

Karamandan.com, Karaman ile özdeşleşen markaları ağırlıyor.

+90 (532) 765 24 01
Reklam bilgi

Anket Karamanlılar yeni belediye başkanından hangi alanda çalışma bekliyor?
Tüm anketler