Öyle sermestem ki

Râh-ı aşkında dönen necm-i seher peymâya bak
Zülfünün Mecnûn'udur sergeşte-i Leylâ'ya bak
Neyzen Tevfik

Güzel bir müzik eşliğinde, güzel manzaralar seyrederek, yanında bir güzelle seyahat etmek ne güzel. Araba kullanırken bir yandan sevdiğin bir şarkıyı dinleyip, diğer yandan yaratıcının muhteşem klibini izlersin, kusursuzdur.

Doğada 4 ana renk var ama etrafımıza baktığımızda milyonlarca birbirine benzemeyen renk görürüz. Tatlı, acı, ekşi birkaç tat var. Ama binlerce meyveden farklı lezzetler alırız. Keza müzikte öyle. Altı üstü 8 notadan milyonlarca beste. Her çalgının ağlayışı farklı, gülüşü farklı. Her sazende farklı çalar, her hanende farklı söyler. Hele bizim yöreden oldu mu; yanık ve içli, değme keyfime...

Hem ruhun, hem de beynin gıdası musiki. Ama gerçek müzikten bahsediyorum. Hani toprak kokanlarından. Türk toprağı da olabilir bu, İspanyol toprağı da. Arap çöllerinden de yükselmiş olabilir, İsveç dağlarından da. Ama dinlediğin zaman o milletin ruhunu içine çekebileceksin.

Şimdilerde popüler denilen ortalık malı besteler revaçta. Ruhumuza söyleyecek hiçbir sözü olmayan, salt günü savuşturmaya azmetmiş ucuz maskaralıklar yani.

Bu alanda meşhur olmakta kolay. Bir çocuk melodisini bol ritimle basıp, olabildiğince sığ sözlerle bezedin mi tamamdır. Daya gitsin. Nasılsa alıcısı var. Hep aynı kelimeleri tekrar edeceksin ki ergen kızların diline çabuk düşesin. Yaktın, yıktın, benim ol, git. Ha birde mankenle falan çıkıp onun seni aldatmasını sağladın mı tamamdır; Maraba TeleVole...

Kolay şöhret, güç sanatın şerefini daima kıskanmıştır.
Falih Rıfkı Atay

Ama kabahat onlarda değil, seçicilik yetisini kaybetmiş, her önüne geleni alkışlayan zevksiz bir toplum haline geldik. Hayranı olduğu sanatçıya hâşâ, “İlah” diyen bir geri zekâlıdan ne bekleyebilirsin. Aklıma gelmiyor değil; topla şunları, bir odaya kilitle, 7 gün Münir Nurettin dinlet hidayete ersinler. Ama zor, Münir Nurettin Selçuk’u tekerleme sanan ciddi bir kitleden bahsediyoruz. Hâlbuki musiki bir kültür işi ve zevk sahibi olmayı gerektirir.

“Böyle çay mı olur len” bile diyemeyecek kadar zevksiz olduğumuzdan, kafelerde Abdülhamid’in abdest suyunu içip duruyoruz. Bizi zevksiz kılan ya da kendi zevkinden zevk almamızı telkin eden tuhaf bir reklam dünyasında yaşıyor, hep birileri gibi olmaya çalışıyoruz.

Bir gün İstanbul’a gitmek üzere Konya’dan uçağa binmiştim. Ayıptır söylemesi ucuz oluyor diye seçtiğim uçak firmasının koltukları öyle dar ki, nispeten daha geniş olduğu için, uçağın tam ortasında bulunan çıkış kapısının olduğu koltuğu tercih ediyorum. Yerime oturup herkesin yerleşmesini beklerken, arka tarafa toplu halde yerleşen bir grup dikkatimi çekiyor. Bir cemaate mensup oldukları bıyıklarından ve kıyafetlerinden hemen anlaşılan bu insanlar, temiz giyimli, beyaz yüzlü ve kibarlıklarıyla birbiriyle yarışan tipler. Belli ki cemaatin toplu bir organizasyonu için seyahat ediyorlar. Onların “Lütfen siz buyurun, olur mu canım siz önden” türünden lakırdılarını dinlerken hemen ön tarafıma başka bir grubun akın ettiğini fark ettim. Öyle ki sanki uçağa binmiyor, soygun sonrası ganimet paylaşan haramiler gibi saldırıyorlardı. Konserden dönen bir rock grubunun elemanlarıymış, sanatkârlar yani. Hepsi deri giyimli, sağında solunda zincirler sallanan, saç sakal karışık cümbüş tipler.

Bir önüme baktım, bir arkama, birbirine tamamen zıt gibi görünen bu iki grubun aslında hiç bir farkının olmadığı kanaatine vardım. Neden derseniz; bu insanlar kendi içlerinde birbirinin aynı idi. Arkamdakilerde önümdekilerde, kendi içinde aynı tip giyinen, aynı esprilere gülen, aynı müzikten hoşlanan, muhtemelen aynı kitapları okuyan klon tipler. Hepsi düşünme yetisini kaybetmiş, önderinin ya da içinde bulunduğu cemiyetin eteğine yapışarak en doğruyu bulacağına inanan koyunlar. Yani seçicilik ve orijinallik namına zerre bulamazsın bu insanlarda.

Bu gruplardan bir lider, bir sanatçı, bir düşünür çıkma olasılığı var mıdır? Koyundan çoban olur mu? Fark yaratıp öne çıkmak, nev-i şahsına münhasır olmayı gerektirmez mi? Kendi aklıyla düşünüp yapılmamışı yapmak, söylenmemişi söylemek lazım gelmez mi? Böyle gruplara, koyun gibi tabi olarak nasıl gemileri karadan yürütmeyi akıl eden bir Fatih olunur. Nasıl bir Yavuz, Napolyon, Elvis Presley, Necip Fazıl, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan, Muharrem Ertaş, Barış Manço olunurda tarihe damga vurulur? Oysa tarih düş kuran insanların mülküdür, sürüye tabi olanların değil.

Konumuz müzikti aslında, nerelere geldik. Efendim, musiki fasıllarında bulunmayı çok severim. Zaman zaman çalıp söyleyen dostlarla bir araya gelir ruhumuzu besleriz. Hiç unutmam,  “Sazı konuşturuyor” denecek kadar usta udi bir arkadaşım vardı, Namık. Ankaralı olan değil halis İlistralı. Sabahlara kadar süren fasıllarda hem dem olduğumuz, bu, ruhu güzel fakat bohem yaşayan ve hayattaki tek gayesi rakı şişesinde balık olmak olan dostum bir anda ortalardan kayboldu. Sanki yer yarıldı da içine girdi. Ulaşmak mümkün değil. Neden sonra Molla Fenari Caddesi’nde karşılaştık. Hal hatırdan sonra “Yahu nerelerdesin, nicedir bir hasbıhal edemedik, fasıl yapamadık” dedim. Cevabı çok şaşırtıcıydı.

En az, doktorun üşütüp hasta olması, itfaiye binasının yanması ya da trafik polisinin radara girmesi kadar şaşırtıcıydı:

Tövbekar oldum ağabey.

Haydaaaaa. Dostum Namık tövbe etmiş ve ud çalmayı bırakmış. Daha bir kaç ay evvel, yapma etme, içme vesaire diye nasihat ettiğimiz Namık, tarikat ehli olmuş, tövbe etmiş ve müziği bırakmış. Şimdi O, ney çalanın cennete, ud çalanın cehenneme gideceğini sanıyor. Sonra bizi de düzeltmeye kalkınca muhabbeti kestik. Duyduğuma göre öz kardeşi Ahmet’i de kâfir ilan etmiş.

İki yıl kadar sonra, İlahiyatta okuyan Ahmet, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni oldu. Atandığı okula hayırlı olsun ziyaretine gittiğimde söyledi; Ağabeyi Namık Silifke’de bir gazinoda ud çalıyormuş. Anlayacağınız yeminini bozmuş bizimkisi. Ne demiş eskiler; boş çuval ayakta durmaz...

Mevzuumuza dönecek olursak, ne zaman yeni bir musiki eseri duysam yeni bir keşif gibi heyecanlanırım. Bir cevher ararım notalar arasında. Bulunca da mirasa konmuş gibi sevinir, define bulmuş gibi heyecanlanırım. Günlerce o keşfi dinler zevk sahibi dostlarımla paylaşır tadını çıkarırım. Bu keşiflerin ne vakit ortaya çıkacağı da hiç belli olmaz.

2009 yılı idi, Kuzey Irak’ın başkenti Erbil’deyim. Türkmenler ile Kürtlerin bir arada yaşadığı, Sünni nüfusa sahip güzel ve yeni bir şehir Erbil. Son yıllarda Barzani’nin özel gayretleri ile büyümüş Türkmenlerin çokça yaşadığı Kerkük ve Musul’dan fazlaca göç almış bir şehir.

Erbilli kadim dostum Kâmil Haddad, o sabah beni otelden aldığında, arabasında çoğu zaman olduğu gibi İbrahim Tatlıses dinliyordu. “Türkçeyi İbo’dan öğrendim” diyen Kâmil, beni kendi evine kahvaltıya götürdü. Giderken “Bu gün Cuma, tatil, iş yok gezmek var “dedi, güzel Türkçesiyle. Evinde kardeşi Murat ve oğlu Ahmet ile etli sütlü bir kahvaltı yaptıktan sonra Cuma namazı için yola koyulduk. Mahalle camisine vardığımızda, avludaki çınar ağacının altında sohbet eden insanları bulduk. Hiç acelesi olmayan ihtiyarlar, akranlarıyla ateşli sohbete dalmış gençler caminin avlusunu doldurmuştu. Cumaya uyanan insanlar erkence camiye gelmiş sohbet ederek zaman dolduruyorlardı. 1 saate yakın biz de cami avlusunda sohbet ettik. Ardından bozuk hoparlörden duyulan imamın sesiyle camiye doluştuk. İmam Efendi sünneti kıldıktan sonra hutbeye çıktı. Çıktı çıkmasına da inmek bilmiyor bir türlü. Arapça verdiği hutbeyi uzattıkça uzatıyor. Arapça bilmememe rağmen siyasi mevzulara da girdiğini anladığım imam bir türlü hutbeyi bitirmiyordu. Neredeyse bir buçuk saat süren hutbeden sonra imamın namazı bitirmesiyle kendimi dışarı attım.

“Ulen nede olsa haftada bir geliyorlar camiye, dur şunları bir geldiklerine pişman edeyim” dercesine hutbeyi uzatan imama söylenerek camiden çıktım. Kendi kendime homurdandığımı duymuş olacak ki, siyah paltolu, yüzünde sabanın toprakta bıraktığı iz gibi kırışıklıklar olan ihtiyar bir adam yanıma gelerek Türkmen ağzıyla “Türk müsün?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca İstanbul’dan olup olmadığımı, neden Irak’ta olduğumu sordu. Kısa cevaplarla geçiştirdiğim ihtiyar “Çok dostlarım var Türkiye’de, tanır mısın bilmem” dedi. İçimden “Sarı çizmesi var mı?” şeklinde kötü bir espri yapasım geldiyse de kendimi tuttum. İyi ki tutmuşum çünkü İhtiyar Türkiye’deki tanıdıkları olarak, İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses ve daha birçok meşhur türkücü adı sayınca dona kaldım.

Adının Muhammed Ahmed olduğunu söyleyen amca sanatçı konusunu direk geçerek benim homurdandığım mevzuya geldi: Bak Türkiye’de Cuma günleri tatil olmadığı için sizler öğle molasında hızlıca abdest alıp koşarak camiye gidersiniz. Hutbe 10 dakika sürer çünkü iş başı yapılacaktır. Yine koşar adımlarla insanlar işlerine dönerler. Dolayısı ile iş arası namazdır sizinki. Bizde ise Perşembe akşamından başlar Cuma. Tatil olduğu için sabah geç kalkarız. Banyo yaparız, temiz giyinir camiye geliriz. Burada hafta içi görmediğimiz tanıdıklarla görüşür hasbıhal ederiz. Hiç acelemiz yoktur. Hutbede haliyle uzun sürer. Yani olması gerektiği gibi.

İhtiyar bu sözleriyle sağlam bir ders vererek yanımdan ayrıldı. O sırada yanıma gelen dostum Kâmil Haddad “Bakıyorum Muhammed Ahmed’le tanışmışsın” dedi. Kerküklü bu ihtiyarın çok meşhur bir ozan, çok mümbit bir bestekâr olduğunu söyledi. Türkiye’de bizim de bildiğimiz “Kalenin dibinde taş ben olaydım” gibi daha bir çok türkünün bestekârıymış Muhammed Ahmed. Bir çok beste vermiş bizim türkücülere. Hemen orada Muhammed Ahmed’in CD’lerini alalım dedim arkadaşıma. Beni eski bir kasetçiye götürdü. Hem Muhammed Ahmed’in, hem de Kürt, Türkmen, Arap ve Fars sanatçıların CD’lerinden aldık. Kasetçide Türkiye’den de birçok sanatçının albümleri vardı. Anladım ki biz yıllarca Kürt-Türk-Arap kavgası yaparken müzik çoktan açılımı gerçekleştirmiş.

Kasetçiden tam ayrılacakken çok nadir bulunan Hafız Burhan’ın “Aşkın Gözyaşları” kasetini gördüm. Özel bir muhafazada duruyordu. Artık kasetçalar kalmamasına rağmen Onu da alayım dedim. O kaset satılık değil dedi kasetçi. “Bunu ben İstanbul’da Unkapanı’nda, B blok 2. katta Müslüm Gürses’in Kardeşinin dükkânından aldım oraya bir bak, kaldıysa alırsın” dedi.

Muhammed Ahmet ve Iraklı Türkmen türküleriyle tanışmam böyle oldu. Özellikle Muhammed Ahmed’in “Samancı Kızı” ve  “Mum kimin yanan Kerkük” türkülerini günlerce dinledim. Kendi sesinden dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız. Hele, o coğrafyanın yangın yerine döndüğü bu günlerde çok daha fazla dokunuyor yüreğe.

Yıktılar kal’amızı
Sürdüler balamızı
Daha can boğazdayken
Çektiler salamızı

Ah Kerkük yüz ah Kerkük
Her zaman yüz ak Kerkük
Ölseydim düşmeseydim
Men senden uzak Kerkük

İşte tam burada nobatçı hoyratını düşürür ustası;

Gene geyduv ağı sen
Karanı sen ağı sen
Uçurttun bülbülleri
Veran ettuv bağı sen
Kıl tekin inceldipsen
Menim kimin dağı sen

Gönülleride viran edip devam eder bahtsız Kerkük’ün ağıtı;

Elinde yâd elinde
Öt bülbül yâd elinde
Bu diyâr mezar olsun
Kalmasın yâd elinde

Can Kerkük canân Kerkük
Her söze kanan Kerkük
Kalıptı yârdan uzak
Mum kimin yanan Kerkük

...

2011 yılında, yer yüzünde görmeye can attığım 7 yerden birisi olan El Petra’yı görmek nasip oldu. Beni Ürdünlü dostum Seyid Yusuf gezdirmişti, bin kere Allah razı olsun. Tercümanım Huzeyfe’yi de unutmam. Petra’da bu taş yığınlarının arasına beni getirdin diye az sitem etmemişti. Seyid Yusuf, El Petra’da ata bindiğimizde ayakları yere değecek kadar uzun boylu, sürekli bir elinde yanan cigarası, diğer elinde ise açılmamış iki yedek paketiyle gezen bir adam, dünya tatlısı...

El-Petra’yı hayranlıktan başım dönerek gezip, 500 fotoğraf çektikten sonra bitkin bir halde otele kendimi zor atmıştım. Ertesi gün otelin kahvaltı salonunda her sabah aynı şarkıların çaldığını fark ettim. Üstelik bu sesi başka Arap ülkelerinde başka sabahlardan da anımsıyordum. Bu bir tesadüf olamaz diye sordum otel görevlisine. Söyledikleri hayli ilginçti; “Bu şarkıyı söyleyen bülbül sesli kadın, Feyruz’dur. Sabahların Sultanı derler ona. Arap ülkelerinde özellikle okur yazar münevver insanlar, sabahları Türk kahvelerini yudumlarken Feyruz dinlerler.”

Ogün bugündür bende Pazar sabahları Feyruz dinlemeyi adet edindim, yıllardır kadife sesiyle ahenk katıyor sabahıma günüme.

Hazır orta doğuda geziniyorken bir de İranlı Haide Masti ile tanışmamı anlatayım. Savaş henüz devam ederken -sanırım 2012 yılıydı- Bağdat ve Basra’da bulunmuştum. Bağdat’ın Basra’nın telli turnasının yâre selam götürdüğü günler geride kalmış, o kadim şehirler harabeye dönmüştü. Bin keder içinde Basra sokaklarında dolaşırken, Fuzûlî’nin mezarını ziyarete gitmek istedim. Merhum dostumun yanı başına varacak ve şöyle söyleyecektim.

Âşiyân-ı murg-ı dil zülf-i perîşânındadır
Kande olsam ey perî gönlüm senin yanındadır

O’da sevinecekti beni gördüğüne ve şöyle cevap verecekti;

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır

Böyle sürüp gidecekti sohbet. Sonunda mecnuna kafa tutup bitirecekti tartışmayı Fuzûlî;

Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık istidâdı var
Aşık-ı sadık benem, mecnunun ancak adı var

Çat pat Türkçe bilen bir taksi şoföründen bizi Kerbela’ya götürmesini istedim. Fuzûlî’nin mezarı ordaydı. Maalesef o bölge tehlikeli olduğu için bizi götürmedi. Bugün orada ve Necef’te bombalar yağıyor dedi, umudum kırıldı.

Kendi kendime, ne bahtsızım dedim ama Fuzûlî benden de bahtsızdı; ilk 1984’te Saddam Hüseyin'in buldozerleri yıkmıştı mezarını. Merhumun kemikleri yıllarca bir müştemilatta tutulmuştu. Yıllar sonra Azerbaycan'ın müdahalesiyle Hazreti Hüseyin'in Kerbelâ'daki türbesini içine alan caminin bir odasına defnedilebilmişti.

Hâsılı gidememiştim Fuzûlî’ye. Taksici bizi otele bırakırken, arkada oturan arkadaşım Muhammet heyecanla “Ağabey şoförün sol eli yok” dedi.  Çoktan fark etmiş olduğum durumu arkadaşlar endişelenmesinler diye söylememiştim. “Merak etme Muhammed adamın sağ bacağı da yok zaten“ dedim.  Bir kolu ve bir ayağı olmadan ustaca kullanıyordu arabayı. Sorduğumuzda sol kolunu ve sağ bacağını Amerika Irak’a girdiğinde bir patlamada kaybettiğini anlattı. “Rahat olun yıllardır araba sürüyorum”  derken hem direksiyon tutup hem de vites değiştirdiği sağ eliyle teybin ağzında bulunan CD’yi itiverdi.

Biraz sonra duyduğumuz müzikle mest olmuştum. Derinden bir acının bariz hissedildiği müzikten sonra o berrak, pırıl pırıl ses girdi. Bir kadın sesiydi bu. Resmen büyülemişti beni.

Şoföre sorduk şarkıyı söyleyenin kim olduğunu. İranlı Haide ve Maste adında iki kız kardeş olduğunu ve yılar evvel kanserden öldüklerini anlattı. Otele vardığımızda CD’yi bana vermesini istedim. İnatçı herif, asla vermem dedi. Şoförü CD’yi vermeye ikna edemeyince bir kâğıda şarkıcının adını yazmasını istedim. Ertesi gün bir CD dükkânına gittim ama nafile, bir türlü yazıdan şarkıcının kim olduğunu anlayamıyorlardı. Çünkü bizim şoför, İranlı sanatçının Farsça ismini Arap harfleriyle Kürtçe yazmıştı. İki gün sonra şoförü buldum. Kavga dövüş CD’yi 10 000 dinara satın aldım. Ogün bugündür ben gibi etnik müzikten hoşlanan dostlarımızla dinler kendimizden geçeriz.

Mevzu nereden nerelere geldi. Aslında demem o ki, müzikte kalite her zaman kendini gösterir. Ruh onu bilir, eski tanış olurlar.

Ankara tezenesiyle çalınınca ölüyü bile oynatan “Fidayda” çaldığında içinizdeki kıpırtı ondandır. Kim Vivaldi’nin “Dört mevsim”ini dinlediğinde etkilenip, bulutların üstünde eşsiz bir seyahate çıkmaz. Rodrigo’nun Aranjuez’ini dinleyip şair olmamak elde midir? Yasmin Levy dinlerken dağlarda yankılanan çoban bozlağındaki tadı alışımız ondandır. Züber Salih “Sabahül hayr ya hanım” dediğinde doğunun bahtı kara âşıklarının içi boşuna yanmaz. Muharrem Ertaş “Ay dost” dediğinde yer gök ondan inler. Göksel Usta’nın “Çoban Bayatısı”nı duyduğunda meleyip yaylalarda otlayası gelir insanın. 45. senfoniyi hangi sarrafın mihengine vursan 24 ayardır. Hele Mozart in Egypt albümünden dinleyince Allah rahmet eylesin diyesi gelir insanın. Vanessa Mae’den keman, Cemil Bey’den tambur,  Ahmet Koç’tan bağlama dinleyip cûş-u hurûşa gelmeyen çıkmaz. Yıllar evvel Hasan Cihat Örter’in bana, dünyanın en güzel bestesi dediği Itri’nin “Tekbir”ini duyup imanı kuvvetlenmeyen yoktur. Sultanîyegâh Sirto’yu da unutmayalım.

Günahsa Allah’ım affetsin Arabistan’da Mekke’ye doğru giderken gönlümden Neşet Ertaş’ın “Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü söylemiştim. Musa Akgül Ağabey’imin bir sözü vardı; “Türküler boş söylemez” derdi hep.

Seni unuttum sanma Kazancı Baba;

Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir
 
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânan bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir

Vasldan çün âşıkı müstağni eyler bir visâl
Âşıka ma'şûkdan her dem bu istiğnâ nedir

Hikmet-i dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâfîhâ nedir
 
Âh u feryâdın Fuzûli incidiptir âlemi
Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedir

Fuzûlî

Bir de ilahilerimiz var bizim. Yeşil Pop denen garabetle kalitesini iyice yitirmiş, oyun havasından hallice ilahilerimiz var. Müziklerinin %90’ı çalınma suretiyle kotarılmış zikirli ilahilerimiz. Elin gâvuru penguen belgeseli çekerken sanat kaygısı güder, biz canım ilahileri piyasa malı yapıp ucuzca satıyoruz. O ilahi dediniz ucubeyi dinleyeceğinize çoban kavalı dinleseniz yeridir.

Nerde Ümmü Gülsüm’ün “Taleal Bedru”su, nerde bizim zikirli müptezel paçavralar.  Nerde 4. Murat’ın “Uyan ey gözlerim”, nereye kayboldu Kul Yusuf’un “Divane Gönlüm” ilahisi;

Şu benim divane gönlüm
Yine hubdan huba düştü
Mah cemalin şulesine
Çalkalanıp göle düştü

En iyisi ben size Ahmet Kaya’dan bir ilahi çalayım, Sözlerini de Yusuf Hayaloğlu yazmış;

ben çürümüş bir asayım
zindanlara yol eyledi dert beni
çarmıha gerilmiş bir İsa'yım
çivilere zapteyledi dert beni

Pir Sultan'ı darda gördüm
darağaca vur eyledi aşk beni
Hacı Bektaş'ı kırda gördüm
bir ceylana pir eyledi aşk beni

her yangına, her ataşa
köz eyledi dert beni
bu dağlara, bu yollara
toz eyledi aşk beni

ben yanarım aşk için
ben yanarım gül için
bu ateş sönmesin diye

ben yanarım kim için
ben yanarım sen için
bari sen yanma diye

ben yıkılmış bir ozanım
yangınlara kül eyledi dert beni
Kerbela çölünde, bir hüseyin'im
damla suya kul eyledi dert beni

ben Yunus'u nurda gördüm
dergahına gül eyledi aşk beni
o Mecnun'u firarda gördüm
bir Leyla'ya deleyledi aşk beni

(Bu yazı Adem Kocatürk'ün Kebikeç adlı kitabından alıntıdır. Yazı tarihi 2009)

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Adem Kocatürk - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Karamandan.com Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Karamandan.com hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Karamandan.com editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Karamandan.com değil haberi geçen ajanstır.



Şehir Markaları

Karamandan.com, Karaman ile özdeşleşen markaları ağırlıyor.

+90 (532) 765 24 01
Reklam bilgi

Anket Karamanlılar yeni belediye başkanından hangi alanda çalışma bekliyor?
Tüm anketler